Fehmi Koru
Konuşmayan Türkiye
Nereden başlayıp nereye geldik? “Konuşan Türkiye” diye yollara dökülen ülkemizin en kıdemli siyaset adamı Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturuyor, ama ‘konuşan Türkiye’ suskun; cesaretini toplayıp ağzını açanlar yaptığına yapacağına pişman ediliyor, biraz daha cesurca davranıp rahatsızlığını eyleme dökenler ise perişan hale getiriliyor. 
Van Üniversitesi Tıp Fakültesi dekanının başına gelenleri biliyoruz. Üniversitelerdeki başörtüsü yasağı uygulamasını duyurma amaçlı ‘elele eylemi’ne katılmıştı dekan Prof. Dursun Odabaş. Eylem sonrasında, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), Prof. Odabaş ve onun gibi düşünenleri üniversitelerde barındırmamak amaçlı bir yönetmelik çıkardı. Yönetmelik uygulandığında, Prof. Odabaş dekanlık sıfatını kaybediyor. Kaybettiği sadece seçimle elde ettiği sıfat olsa yine iyi, yeni yönetmelik beğenilmeyen eylemlere katılan öğretim üyelerinin üniversiteyle ilişki kesilmesine de imkan sağlıyor. Eyleme katılan profesörün dekanlığını ve öğretim üyeliğini elinden almakla da yetinmiyor YÖK, ilmi unvanlarını da gasp ediyor; eğer doğruysa, yıllarca dirsek çürüterek kazandığı doktorluk ve profesörlük gibi unvanları da kullanamayacakmış Dursun Odabaş. YÖK’ün hıncı bu noktada da durmuyor ve gazete haberlerine göre, üniversiteden ilişkisi kesilen, unvanları elinden alınan öğretim elemanlarının kamuda görev almaları da yasaklanıyor. Bunun anlamı, ‘konuşan Türkiye’nin ‘cezalanan Türkiye’ haline gelmesidir.
Dünyanın her tarafında, eylemler, sivil toplum üyesi olmanın doğal uzantısı sayılır; bireyler ilgi duydukları alanda düzenlenen toplantılara, gösterilere, eylemlere katılmakla toplumsal görevlerini yerine getirmiş olurlar. Bu yüzden de toplumun konuşması, bilinçli olması teşvik edilir. Çağdaş kafa, eyleme katılanın değil katılmayanın yanlış yaptığını, suçlu olduğunu düşünür. Bizde ise, ‘konuşan Türkiye’ diye başlayan demokrasi talebi, vaktiyle o talebi seslendirenler tarafından, bugün ‘tehlikeli bir gelişme’ olarak görülüyor.
Benzer bir cezalandırma yöntemi, Yüksek Askeri Şura ile ordu saflarından ilişiği kesilen subaylara uygulanmaktaydı yıllardan beri. Büyük umutlarla ve en yüksek komutan olma aşkıyla intisap ettiği askerlik mesleğini sürdürürken, şerefsizlik yaptığı veya vatana ihanet ettiği için değil, ‘irticai faaliyetlerde bulunduğu’ iddiasıyla ordudan ihraç edilen subaylar da, bütün özlük haklarını kaybediyorlar. Dahası, kamu kuruluşlarında, hatta belediyelerde görevlendirilmeleri bile sorun oluyor. 
Yüksek Askeri Şura kararıyla orduyla ilişkisi kesilenlere uygulanan mantığın aynısının, YÖK tarafından üniversite öğretim üyeleri için de geçerli hale getirilmesi, Türkiye’de özgürlüklerin genişletilmek yerine daha daraltıldığının bir göstergesi. Özgürlüklerin doya doya yaşanması gereken bilim kurumları suskun ve bastırılmış bireylerden oluşan Türkiye, dünyanın gittiği istikametin tersine doğru yol alıyor. Yazık.
Türkiye’deki bilim kurumları, üniversiteler, Osmanlı döneminden beri özgürlüklerin beşiği olmuşlardır. Liberal bilimsel gelenek, Avrupa’da Nazi zulmü sürerken, Almanya ve Orta Avrupa’da barınamayacağını anlayan çoğu Yahudi asıllı hocaların ülkemizde sıcak bir yuva, bilimsel faaliyetlerini rahatça sürdürebilecekleri bir çatı bulmalarına imkan sağlamıştır. Tek parti döneminde bile farklı görüşleri bünyesinde barındıran, aykırılıklardan korkmayan Türk üniversiteleri, bugün ‘tek tip insan’ yetiştiren fabrika mantığıyla yönetiliyorlar. ‘Tek tip insan’ şablonuna uygun öğrenci, elbette, o mantığa itirazsız teslim olan öğretim elemanları eliyle yetiştirilecektir. Van Tıp Fakültesi dekanı Prof. Dursun Odabaş’ı, sıfatsız, unvansız ve işsiz sokağa atmayı öngören YÖK’ün yeni disiplin yönetmeliği, ‘tek tipleştirme’ sürecinin aletidir.
Oysa, YÖK’ün bir yönetmelikle öğretim elemanlarını mağdur etmeye kalkışması, herşeyden önce, yürürlükteki anayasanın hem lafzına hem de ruhuna aykırıdır. YÖK’ün uygulaması, temel insan haklarına ilişkindir ve geniş bir mağdur kitle oluşturma tehlikesini içermektedir. Oysa, anayasa, temel hak ve özgürlüklerin ancak yasayla sınırlandırılabileceğini açıkça yazıyor. YÖK ise, böylesine ciddi bir konuda, basit bir yönetmeliği devreye sokmakla yetiniyor. Yönetmelikle hak gasbı anayasal bir suçtur.
Türkiye’de şu sıralarda olanlar, bir çok bakımdan, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında, Almanya ve İtalya’da yaşananları andırıyor. Bir de, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ‘kızıl tehlike’ paranoyasına tutulmuş Amerikan McCarthyciliğinden esintiler taşıyor. Oralarda da, insanlar, ‘farklı’ görüldüklerinde dışlanıp mağdur ediliyorlardı, farklılık Türkiye’de de tehlikeli bugün. Naziler ve ‘Anti-Amerikan Faaliyetleri Soruşturma Komisyonu’ etrafında toplanmış McCarthyciler, yerinden ettikleri insanları yok edilmesi gereken birer haşerat gibi görüyorlardı. Dünyanın “Bir daha asla” keskinliğiyle reddettiği uygulamaların, günümüzde ve hoşgörünün anavatanı sayılan ülkemizde hortlatılmak istenmesine, bizler de, “Hayır” demeliyiz.
Bugün ses çıkarmaz, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” oportünizmine saparsak, haksızlık, döner dolaşır bizi de bulur. Çocuklarımız ve torunlarımızın, “Bütün bunlar olurken sen neredeydin?” sorusunu cevapsız bırakma bahtsızlığı da bizleri bekliyor, unutmayalım. 

 

SONRAKİ YAZI * Bu yazıyı tartışmak için görüşlerinizi listemize yazınız: medyakritik@makelist.com
ANA SAYFA