|
İlk
günün sıcaklığı geçince sağda solda serinkanlı değerlendirmeler de duyulmaya
başladı. Tırmandırılan krizi, biraz da, gensoru baskısındaki hükümetin
ayakta kalma taktiğine borçlu olduğumuz artık görülüyor. Uluslararası bir
sorunun uluslararası ihtilafların geleneksel çözüm formülleri dışında ortadan
kaldırılmasının güçlüğü diplomasi sorumlularınca itiraf ediliyor. Daha
da önemlisi, ‘ulusal bir dava’, iyi yönetilmediğinde, üstesinden kolay
gelinemeyecek ‘ulusal sorunlara’ yol açabilir; nitekim Abdullah Öcalan’ın
Şam’ı terk etmesiyle başlayan süreç, sırf bu yüzden, onarılması güç toplumsal
sıkıntıları kapımıza dayadı.
Bir haftada neler olduğuna bir de bu gözle yaklaşalım. Bir
hafta önce, başka ülkelere çıkışı olmayan, dünyada fazlaca itibarlı sayılmayan
bir ülkede zoraki misafir olarak yaşıyordu Abdullah Öcalan; bugün ise özgür
bir Avrupa ülkesinde itibar görüyor. Bir hafta önce, PKK, sloganları Batılı
zihinler tarafından anlaşılamayan ayrılıkçı ve bölücü bir terör örgütüydü;
şimdi bu görüntü üzerinde kuşku bulutları dolaşıyor. PKK ve Abdullah Öcalan’ın
özellikleri, toplumun geleneksel dayanışmacı yapısı üzerinde fazla bir
etki yapmamış, terörist örgüte yönelik sempati halesi sınırlı sayıda insanlardan
ibaret kalmıştı; krizin toplumsal bir linç mantığı düzleminde sürdürülmesi
yüzünden daha önce bu topraklarda hiç yaşanmamış etnik temelde bir saflaşma
kendini fark ettirmeye başladı. Doğallığı içinde akması gereken siyaset
ise, her kutsalı kısa vadeli çıkarı için feda etmekten çekinmeyen çarpık
zihniyet sebebiyle, iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı.
Abdullah Öcalan’ın birdenbire Roma’da belirmesi üzerine,
çok satan gazetelerden birinin yazarı, gazetesinden yarım düzine başka
meslektaşıyla birlikte Roma’ya doğru yola çıkarken, “Apo’yu teslim almaya
gidiyorum” diye yazmıştı sütununda; iki gün sonra, aynı yazar, “Galiba
vermeyecekler” demeye başladı. İlk gün, terör mücadelesi sırasında şehit
olan gençlerin yattığı kabristanların kapısında mevzilenen televizyon kameraları,
“Onu bize verin” diyen acılı seslerin çileli yüzlerini ekranlara yansıttı;
araya kendini yakan veya bombayla patlatan militanlar girince, kara çelenkler
ve protestolar biraz daha makul bir düzleme oturmaya yüz tuttu.
İlk günün heyecanı bütünüyle geçmiş değil elbette; bugün
yaşanan olayın bazı çevrelere siyasi çıkar sağlaması devam ettiği sürece
biteceği de yok. İktidar açısından, konu, kendisinin bir süre daha devamına
izin verme potansiyeli taşıyan bir siyasi alet; bu arada tırmanan heyecanın
partiler arasında “Ben daha sertim” yarışına sebep olduğuna da şaşmamak
gerekiyor. Bizde partiler, biri diğerinin aleyhinde bulunmasına göre konuşlanırlar;
biri ak diyorsa, diğeri karar demeyi yeğler... Öcalan’ın yolculuğuyla birlikte,
konuya yaklaşım bakımından, hayrettir, partiler arasında pek az fark kaldı.
Genellikle birlik ve bütünlüğü vurgulaması ve toplumsal dayanışmayı zedeleyecek
gelişmelere ihtiyatla yaklaşmasıyla tanınan Fazilet Partisi bile, toplumsal
histerinin egemenliğinde yol alan kervana katılmakta gecikmedi.
Bugün gelinen nokta ortada: Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye
iadesi talebinin, uluslararası hukukun kurallarına uygun olarak ele alınacağı
anlaşıldı. Bir anlaşılan şey de, Batı ülkelerinin, konuya, öyle sanıldığı
gibi, koro halinde, aynı biçimde yaklaşmadıkları... Türkiye’nin dostluğuna
önem veren bazı Avrupa ülkeleri, Amerika’nın tavrını daha iyi değerlendirmeye
ve sorundaki tırmanışın Türkiye-Avrupa ilişkilerini temelinden berhava
etmeye yaradığını fark ediyorlar. Bu arada, krizin ülkede etnik sürtüşmelere,
onun da zihni bölünmüşlüğü pekiştirip bugüne kadar zemin tutmamış bölücülüğün
yaygınlaşmasına yol açtığını görenler de az değil. “Zararın neresinden
dönülürse kardır” felsefesi, yavaş da olsa, etkili kişi ve çevrelerde,
taraftar buluyor bugün.
Geç de olsa doğruların anlaşılması, bu kritik noktadan, fazla
yara almadan daha makul bir zemine doğru yönelmeyi getirebilir. Histerik
ve linççi bir toplumun, krize psikolojik savaş taktiği olarak sarılan kasıtlı
odaklara da yararı olmaz; öyle bir toplum, kendisine benzeyen sağlıksız
yönetimlere geçit verir ve başa kim ve hangi parti gelirse gelsin, yönetilemez
bir toplum karşısında çaresiz kalır. Her toplumda ve toplumu oluşturan
bireylerde esasen varolan ilkel duyguların su yüzüne vurmasına izin vermenin
kimseye yararı yoktur. Bu gerçeği yakalayabilmek için, iki dünya savaşının
öncesine ve son on yıl içerisinde yaşanan kökünde etnik ve dini ihtilaflar
yatan bölgesel savaşlara bakmak bile yeterli.
Türkiye, asırlar boyu, çeşitli ırklar, dinler, mezhepler
ve eğilimlere sahip insanlara yurt olmuş bir toprağın adı. Türkler, ırkçılığın
ne olduğunu bilmemiş, ayrımcılığa prim vermeyen insanlar. Böyle bir coğrafyada
başka türlü bir ulusun asırlar boyu yönetici olarak yaşaması mümkün olamazdı
zaten.
Topluma önderlik yapanlardan yükselmeye başlayan sağduyulu
uyarılar, histeri kervanına katılmaya direnenlerin varlığı umut verici.
Eminim, bir gün gelecek, Abdullah Öcalan’dan bir tür ‘Cesur Yürek’ çıkaran,
ülkedeki geleneksel birlik ve bütünlük havasının bozulmasına yol açan vahim
hataların sorumluları üzerinde düşünmeye de başlayacağız.
|