|
Bilineni
tekrar olacak, ama olsun: Akdeniz’in iki ülkesi, NATO’da silah arkadaşları
Türkiye ile İtalya arasında işler berbat. İkili ilişkiler, İtalya’nın 1920
dolayındaki Anadolu’ya asker çıkarma macerasından sonra bile bu denli etkilenmemişti.
Etrafa bakılınca İtalya’nın günlük hayatımızdaki ağırlığı
daha iyi anlaşılıyor. Konuklarımı ağırladığım salondaki koltuk ve kanepeler
İtalyan Natuzzi markasını taşıyor, yatak odamdaki gardrop Europeo marka.
Buzdolabı ve çamaşır makinesi yine İtalyan: Ariston... Günlük kullandığım
kravat, gömlek ve elbiselerim içinde en değer verdiklerim İtalya’da üretilmiş.
Hepsini Türkiye’den, ya ürünün markasını taşıyan mağazalardan, ya da o
markaları satmakla övünen başkalarından almışım... Bir hafta öncesine kadar,
İtalyan malı satmak, satın almak prestij unsuruydu, şimdi ise İtalyan malı
satan mağazalar karalar bağlıyor, İtalyan malları yerlerde sürükleniyor.
Dünkü bazı gazetelerde Bellona markasıyla mobilya üreten
bir firmanın duyuruları yer alıyordu. İtalyan mobilyalarının piyasada gördüğü
rağbet sebebiyle, sermayesi ve üretimi yüzde 100 yerli olmasına rağmen,
marka olarak İtalyan bir ad seçmekte bir sakınca görmeyen firma, içine
sürüklendiğimiz İtalya karşıtı havanın etkisiyle gerçeği açıklamak ihtiyacı
duymuş. Dediği özetle şu: “Adımıza aldanmayın, biz İtalyan değil Türk firmasıyız.”
Pirelli gibi, 36 yıldan beri Türkiye’de çalışan, Türk işçilerinin Türkiye’deki
fabrikada ürettiği lastikleri dünyaya pazarlayan bir firma, “Biz aslında
Türk’üz” açıklaması yapma ihtiyacını duymakta.
PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Roma Havaalanı’nda
ortaya çıkıvermesi ve ev sahiplerinin siyasi iltica arayışına sıcak baktığının
anlaşılmasıyla başlayan süreç, Türkiye-İtalya ilişkilerini temelinden berhava
etti; ancak sürecin uzamasıyla, Türkiye’deki duygusal havanın İtalya’dan
bütün Batı’ya yönelmesi fazla vakit almayacağa benziyor. İtalya karşıtı
hava, daha şimdiden, Batı-karşıtı tonlar taşımaya başladı bile.
Türkiye’de belli bir çevre, Türkiye’nin paylaşılmasını öngören
ancak uygulanamamış 1920 tarihli Sevr Anlaşması’nın hortlatılmasıyla ilgili
Batı’nın bir gizli projesi olduğuna inanıyor. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel,
bir çok defa bu konudaki rahatsızlığını açıklama ihtiyacı duymuştu. Yakın
zamanlara kadar sadece birkaç yaşlı aydın ve siyasetçinin paylaştığı bu
tedirginlik, duygusallığın egemen olduğu bugünün ortamında, giderek yaygın
bir kullanım alanına kavuşuyor. Gün geçmiyor ki, daha önce bu tedirginliği
paylaştığı hiç duyulmamış bir ağızdan, “Batı Sevr’i hortlatmak istiyor”
türü bir açıklama çıkmasın. Koroya, en son, Fazilet Partisi’nin genç kanadından
Abdullah Gül de katıldı.
Fazilet Partisi’nin öncüleri olan Milli Selamet Partisi ve
Refah Partisi, kendi faaliyet dönemlerinde, Batı-karşıtı söylemin ağır
bastığı birer siyasi akımdılar. Her iki parti de, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne
üye olmasına şiddetli muhalefetleriyle biliniyorlardı. Ancak, Refah Partisi’nin
kapatılmasına Batı’dan gelen tepkiler, yerine kurulan Fazilet Partisi’nin
Batı’ya bakışında ciddi bir değişimi gündeme getirdi. Abdullah Gül’ün başını
çektiği genç Faziletliler, yeni partinin felsefesini, Batı karşıtlığı noktasından
Batı ile daha yakın bir işbirliğini, hatta Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini
tercih eder noktaya taşıdılar. Ancak, İtalya ile Apo bunalımı, Faziletli
Abdullah Gül’ün de ‘Sevr korosuna’ katılmasını getirdi.
İlk bakışta, hiç değilse ABD’nin bu yaygın Batı-phobia’dan
etkilenmediği sanılabilir. Washington, Apo krizinin başından beri, Ankara’dan
da ileri Türkiye-yanlısı mesajlar verip duruyor. Abdullah Öcalan’ın Şam’dan
çıkartılmasında Washington’un Hafız Esad yönetimi üzerinde uyguladığı baskıların
etkili olduğunu, Başbakan Mesut Yılmaz’ın, konuyla ilgili basın toplantısında,
durduk yerde Amerika’ya teşekkür etmesinden biliyoruz. Washington, şimdi
de, İtalya üzerinde baskı uygulayarak Öcalan’ın Türkiye’ye iadesini zorluyor.
Dışişleri bakanı Madelein Albright sadece sözlü açıklamayla yetinmedi,
yardımcısı Strobe Talbott’u Roma’ya gönderdi. Ancak, ABD’nin bu telaşlı
çabaları dahi, Batı-karşıtı euphoria’dan nasibini almayı engellemiyor.
En şaşırtıcı olan, 28 Şubat süreci içinde önemli bir yeri
olduğu bilinen eski Harp Akademileri Komutanı emekli Orgeneral Kemal Yavuz’un,
geçtiğimiz cumartesi akşamı, atv’deki Siyaset Meydanı programında, ABD’yi
açıkça suçlayan tavrıydı. Org. Yavuz, PKK’nın arkasındaki gerçek güç olarak
ilan etti Amerika’yı. Siyaset Meydanı sunucusu Ali Kırca’nın hayretten
açılmış gözlerle sorduğu soruya, emekli olmasına rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne
egemen görüşü yansıttığına inanılan Org. Yavuz şu cevabı verdi: “Siz, Türk
devletinin 15 yıldır başını ağrıtan PKK terörünü, Şam’da oturan, konuşması
ve tavrıyla insanda iğrenme duyguları uyandıran Abdullah Öcalan’ın eseri
mi sanıyorsunuz? PKK’nın ardında, planlama, lojistik ve silah yardımıyla
Amerika ve öteki Batı ülkeleri var.”
Anlaşılan o ki, Öcalan’ın 15 yıldır ikamet ettiği Şam’dan
hareket etmesiyle birlikte, yüzünü 200 yıldır Batı’ya çevirmiş olan Türkiye’nin
dış politikasındaki tercihlerde de kaymalar meydana geliyor. Ortalık yatıştığında,
bugünlerde yaşadığı travmalar yüzünden, Türkiye hangi yöne doğru bakıyor
olacak acaba?
|