|
Çetin Altan’ın bugünkü(07/11/1998) yazısında sözünü ettiği
gerilim klasiği “Akbabanın üç günü” filmini ben de pek severim. CIA ile
irtibatlı bir araştırma merkezinde çalışan akademisyenlerin işi gücü, dünya
basınını izleyip, yabancı dergi ve kitapları okuyarak olağandışılıkları
tespite çalışmaktır. Tespitlerini raporlara dökerler doğal olarak. Basit
gibi görünen bir bulguları, aslında dünya çapında bir bunalımın habercisidir
ve CIA’daki âmirleri, araştırma merkezindeki akademisyenlerin bulgularından
rahatsız olurlar. Sonrası, Robert Redford ile Faye Daneway’in paylaştıkları
üç gerilimli günün filmleştirilmiş hikâyesidir.
Bizde bu tür filmler çevrilemiyor, entrika dolu senaryolar
yazılamadığı için... Ancak, bir süredir, bizde de ‘Akbabanın Üç Günü’ filminde
anlatılana benzer bir merkez kurulduğundan kuşkulanmaya başladım ben. Çünkü,
kamuoyuna yansıyan bazı polisiye konular, gerçeklerden çok, bir merkezin
ürettiği senaryoları andırıyorlar. Belli ki, merkez senaryo üretiyor, oradan
da televizyon ekranları ve gazete sayfalarına aktarılıyor o senaryo. Ne
olup bittiğinden habersiz yığınlar, gelişmeleri izlerken, sanalla gerçeği
birbirine karıştırıyorlar doğal olarak...
Böyle bir merkezin varlığından, ilk kez, PKK terör örgütü
lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den ayrılmasına yol açan süreçte kuşkulanmıştım.
O kargaşa sırasında, kamuoyuna, Suriye istihbarat örgütü tarafından özel
eğitilmiş PKK militanlarının GAP kapsamındaki Birecik Barajı’na yönelik
bir saldırı eylemine girişecekleri haberi yansıyıverdi birdenbire. Bu,
ünlü Amerikalı yazar Tom Clancy’nin geçen yıl çıkan romanının üzerine oturduğu
senaryoydu. Clancy, romanında, Güneydoğu Anadolu’daki bir barajı PKK militanlarına
bombalatıyor, bu eylemle Türkiye ile Suriye’yi savaşın eşiğine getiriyor.
“Bizim merkezdeki uzman bu romanı okumuş olmalı” diye düşündüm hemen...
Almanya’daki ‘Kara Ses’ örgütü militanlarına atfedilen Anıtkabir’in
bombalanması ve Fatih Camii’nin işgali niyetini de böyle bir senaryo olarak
görüyorum ben. Henüz, senaryonun hangi roman veya filmden çalındığını tespit
edemedim, ama gerçeği keşfetmem yakındır. Senaryoyu bize uyarlayanlar,
orijinalindeki bazı ayrıntıları naklederken epey zorlanmışlar. Mesela küçücük
Cessna uçağıyla böyle bir eylem olmaz; ama o vakit sıkışıklığında, Bursa’da
eli yüzü düzgün başka bir uçak bulamamışlar işte. Ya da, zevâhiri kurtarmak,
ters görüntü verip tedbir alacakları şaşırtmak için uçağa “Atam izindeyiz”
pankartı astırmışlar; oysa, Almanya’daki örgütün gerçek militanları, kalıbımı
basarım, silah zoruyla bile öyle bir pankart asmaya razı olmazlar...
Aslında, okuduklarından senaryo üreten merkezin tarihi daha
eskilere kadar götürülebilir. Belleğimde çok canlı iki entrika senaryosu
daha var benim. İkisi de yabancı filmler veya romanlardan etkilenmiş dimağların
eseriydiler. İkisi de, zamanında, kafaları karıştırmaya yaramışlardı. İki
senaryo da, gerektiğinde yeniden kullanılmak üzere, merkezin kütüphanesindeki
ilgili rafa kaldırılıverdi.
Biri, otomobil hırsızlarından üretilen ‘İslâmi Hareket’ örgütü
senaryosudur. Uğur Mumcu’nun ölümüyle “Kahrolsun Şeriat” âvâzeleri ortalığı
sarmış, yüzbinler sokağa dökülmüştü. Cinayetten İslâmi kesim suçlanıyordu,
ama suçlamayı hak edecek bir örgütlenme ortada yoktu. İşte o zaman gündeme
geldi otomobil hırsızlarından cinayet örgütü çıkarma senaryosu. Suikasttan
birkaç gün önce gözaltına alınan âdi suçlu bir grubun, namaz kılan, eşleri
başı örtülü insanlar olduğu görülünce düşünülmüş olmalıydı senaryo. Adi
suç zanlıları Batmanlı’ydılar; bölgede görev yapmış bir üst düzey yönetici,
“Batman’da namaz kılma âdeti yaygındır; hırsızların da namaz kılmalarına
şaşmamalı” demişti bana. Bu görüntü, “Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?” sorusuna
“İslâmcılar” cevabını vermek için kolları sıvayanlara yıllarca malzeme
oldu.
Benzer bir senaryo, yine aynı günlerde, Merter’deki Garanti
Bankası soygunu sonrasında fırına verildi. Bir suç örgütü, eylemlerine
1990 sonrasında başlamış, tavukhane ve turizm şirketi soygunlarıyla ustalaştıktan
sonra bankalara dadanmışlardı. Son eylemlerinde, önceden tertibat alan
polisin kurduğu tuzağa düşmüşlerdi. Eylemcilerden üçü de ölü olarak ele
geçirildi o eylemde. Senaryo mutlu son öngörmemiş olmalıydı ki, otomobil
içinde arkadaşlarının bankadan çıkmasını bekleyen erketeci bile açılan
yaylım ateşe mâruz kalmıştı. Erketecinin debelene debelene can çekiştiğini
milyonlar dakikalarca izlediler televizyon ekranlarından... Üçü de ölünce,
yetkililer, banka soyguncularının ‘İslâmi Hareket Örgütü’ üyeleri olduğunu
açıkladılar...
Uğur Mumcu’yu İslâmi kesim içinden birilerinin öldürdüğüne
inanmaya hazır saflar, o günün heyecanı içinde, “Yok devenin başı” demediler,
merkezde hazırlanıp önlerine konulan senaryoya. Senaryocular mı acemileştiler,
yoksa kamuoyu mu biraz daha uyanıklaştı bilemem, ama Anıtkabir bombalanması,
Fatih Camii işgali senaryosuna inanmamız için önümüze sunulan ayrıntılar,
bu defa, hazır alıcı bulamadı. Biri, “Ufak atın da civcivler yesin” yorumunda
bile bulundu. İçine barut doldurulmuş tüplerle Cessna uçağı saldırısına
Hollywood’un dev stüdyolarında inandırıcılık kazandırılabilir belki, ama
bu tür bir senaryo, ülkemiz ve Yeşilçam şartlarında gülünç kaçıyor gerçekten...
Bütün bu senaryoları gözden geçirir ve aralarında irtibat
bulmaya çalışırken aklıma takılan bir küçük ayrıntı var: Anıtkabir ve Fatih
Camii eksenli senaryo bu kadar acemice yazılmayabilir, daha makul bir çerçeveye
oturtulabilirdi. Belli ki, beklenmeyen bir gelişmeyi örtmek için alelacele
fırına verilmiş son senaryo. Bu acelenin sebebi neydi acaba?
Akla bir tek, Adana-Ankara seferini yapan Türk Hava Yolları’na
ait bir uçağın, gerçek bir terörist tarafından kaçırılmasıyla ortaya çıkan
görüntünün acele yok edilmesi ihtiyacı geliyor. Nitekim, terör örgütü PKK’dan
esinlenen teröristin eylemi, aradan 48 saat geçmeden ortaya atılan “Anıtkabir’e
saldırı” sis bombasıyla unutuluverdi. Uçak korsanı, bağlantıları ortaya
çıkartılmak üzere sağ yakalanabilecekken, yolcu dolu uçakta, elindeki bombayla,
kurşuna dizildi. Fâilin konuşmadığı eylem, iletişim çağında, eylem özelliğini
çabuk yitiriyor.
Tamam da, PKK terörü gibi güncel ve gerçek bir konu varken,
uçak kaçırma olayını gündemde tutmak her bakımdan yararlıyken, neden sanallığı
sırıtan senaryolar rağbette?
Kafanızı karıştırdığımı biliyorum. Ancak ne çare ki, gerilim
filmlerini izlemeyi sevenlerdenseniz, bilirsiniz: Sinemadan dışarı çıktığınızda,
cevabını veremediğiniz birkaç soru mutlaka çakılır kalır aklınıza. Buradan
söyleyebileceğim şu: Kafa karışıklığınız, 10 Kasıma kadar tırmandırılacak
olayların nihâi amacının ufuktan kendini belli etmesiyle sona erecek. Ne
mi o ‘nihâi amaç’? Ne olduğunu çok yakında anlarsınız.
|